KAŞİF OĞLU HACI AHMET SARIALİOĞLU
1916 yılında Cumapazarı Konak Mahallesinde dünyaya geldi. Baba adı Halim, anne adı Sakine idi. Doğumundan 18 yıl sonra Soyadı Kanunu çıkacak aile önce Memiş, 1969 yılında Sarıalioğlu soyadını alacaktı. Ahmet 6 aylıkken baba Halim seferberlik emri ile askere gider, Sarıkamış Harekatı’na katılır ve geri dönmez. Daha sonra Kaşif lakap adını alacak olan genç Sakine en büyüğü 12 yaşında en küçüğü 6 aylık (Ahmet) olmak üzere 4 çocuğu ve yatalak kayınpederi ile yalnız kalır [Sakine ninenin Rus İşgal yılları ile ilgili anılar ekte verilmektedir. Aynı yazıya www.vadimizsolakli.com sitesindeki “Bu Vatan İçin Biz de Bedel Ödedik” bölümünden ulaşabilirsiniz]

Yetim Ahmet yoksulluk ve zorluklar içinde büyür. Tek şansı tam bir Osmanlı kadını disiplinine sahip annesidir. Biz ona “anaka” derdik. Anaka genç yaşında ağır bir kemik iltihabı geçirmiş “cerrah” diye tanınan bir köy hekimi tarafından canlı canlı bacak apsesi boşaltılmıştı. Hayatı kurtulmuş, ama topal kalmıştı. Kısa boyu, yuvarlak, düzgün hatlı yüzü, önden saçlarını açıkta bırakan beyaz çiçekli siyah başörtüsü ile ilerleyen yaşlarında bile çok güzeldi. Bölümlü’de doğmuş halasının oğluna gelin gelmişti.
Ahmet 12 yaşına kadar bağ bahçede çalışır. Artık bir meslek edinme, para kazanma yaşı gelmiştir. Köyde geçerli iş kalaycılıktır. Bir usta, bir körük ve kalay alarak biraz da paranız varsa batıya doğru gurbete çıkardınız. Samsun, Bafra yakın; Kastamonu, Bolu orta; Manisa, İzmir uzak mesafelerdi. Üç-dört ay boyunca köy köy gezilir kap-kaçak kalaylanırdı. Gurbette yeme içme ve konaklama koşullarını tahmin etmek zor değildi.
Kaşif nine de modaya uymuş, Sait amcam ve babamı kalaycılığa göndermişti. Bafra’ya kadar gitmiş, 15 gün kalmış. Sonra da bu meslek değil kararını vererek kısmen yaya, kısmen kağnı arabaları ile köye dönmüştü. Amcam ise “Ahmet anamız bizi öldürür” diyerek dönmemişti. Köye dönüş öyküsü kendisi için çok önemli idi. Bana defalarca anlatmıştı.
“Ben senin döneceğini biliyordum”
Babam köye öğleden sonra varmış ama ana korkusundan eve gidememişti. Akşam olmasını, el-ayağın çekilmesini beklemişti. Anası ile başkasının önünde karşılaşamazdı. İşiteceği azarı yalnız işitmeli idi. Dövülmek ise söz konusu hiç olmazdı. Ama, ananın sözü dayaktan çok daha ağır oldu.
“Yatsıya yakındı eve geldim. Pencereden içeri baktım. Anam sırtı kapıya dönük oturmuş, elinde bir kepçe ocakta pişen bir şeyi karıştırıyordu. Aşhane kapısını dikkatlice açmışsam da gıcırdamıştı. Şimdi yarı açık kapı üzerinde durmuş anama bakıyordum. Önce duymamış gibi yaptı. Birkaç dakika arkasını dönüp bakmadı. İyi tedirgin olmuştum. Ne içeri girebiliyor, ne kapıdan ayrılabiliyordum. Bana çok uzun gelen dakikalardan sonra oturduğu iskemleden kalkmadan arkaya, yüzünü kapıya döndü. Gel Ahmet dedi. Sesi yumuşaktı. Yanına gittim. Dizinin dibinde oturmamı işaret etti, oturdum. Eli ile başımı dizine dayadı ve uzun uzun saçlarımı okşadı. “Ben senin döneceğini” biliyordum dedi.
Ayakkabıcı çıraklığı
İsmail Sarıalioğlu (İsmail Efendi) Of’ta hatırı sayılır biri idi. Bir ayakkabı ustasının yanına çırak girmesini sağladı. Babam o günleri de anlatmayı çok severdi. 3-4 çıraktık, ama ben kısa sürede çırakların en iyisi oldum. Şimdi ustamın gözde çırağı olmuştum. Lokantadan ısmarladığı yemeğe sadece beni çağırmaya başlamıştı. Diğer çıraklar da doğal olarak kıskanmıştı.
Çok geçmeden ustam hastalandı. Sürekli öksürdüğü bir hastalığa yakalanmıştı. O zamanlar bu tip hastaların hepsine verem derdik. Veremden kral hastalık mı vardı?. 7-10 gün işe gelemediği oluyordu. Çıraklar olarak az miktarda kösele ve deriyi bitirince dükkan da işler durmuştu. Çırak arkadaşlarım birer ikişer ayrılmıştı. Babam anlatıyor: “Bu arada ağabeyim Sait de kalaycılıktan dönmüş, sayemde çıraklığa başlamıştı. Ayrılan çıraklarla biz de gidelim dedi. Çok da beklemeden bu defa ağabeyim köye döndü.”
O yıllarda Solaklı Deresi ağzına yakın bölgede bir deniz iskelesi vardı. Denize doğru yapılan iskele karaya yaklaşamayan yük motorlarını boşaltmak için kullanılırdı. Motor boşaltmak hamallık gibi bir işti.. Babam Mehmet Ali Ulusoy’un bile özellikle geceleri sırtında çuval taşıdığını gördüğünü söylerdi.
“Ağabeyimin köye döndüğü günün nerede ise tüm gecesini o tahta mendireğin ucunda oturarak geçirdim” derdi babam. Kendi kendime “ben köye dönemem, Ahmet gitti de başaramadı dedirtmen” diyerek saatlerce oturduğunu anlatırdı. Köye dönmedi de!
“Ahmet bu paralar ne, nereden buldun?”
Tahta mendirekte köye dönmeme kararı verdikten sonra dükkana geri gelmiştim. Ustamın çekmecesinden alacak defterini çıkardım. Sayfalar dolusu alacak listesi vardı. Ertesi günü alacakları tahsile çıktım. Bir hafta sonra ustamın alacaklarının yarısından fazlasını tahsil etmiştim. Ustamın geleceğini duyduğum gün paraları büyüklüklerine göre dizdim. Banka veznedarı gibi paketleyerek masanın üzerine koydum. Ustam masa üzerindeki paraları görünce “Ahmet bu paralar ne, nereden buldun?” diye sordu. Alacakların bir kısmını tahsil ettiğimi söylediğimde “Nasıl yaptın ki! Bana borçlarını ödemeyen insanlar 12 yaşında sana mı bu paraları ödediler” diyerek hayretini belirtmişti. Bana bahşiş vermek istedi kabul etmedim. Başımı okşaması bahşişten kırk kat değerli idi.
Birkaç ay sonra ustam beni köyüne çağırdı. Dükkanı ve “singer” makinesini bana bırakacağını söyledi. Ödeyebilirsen benden sonra çocuklarıma ödersin demişti. Birkaç ay sonra da öldü. Sonraki dönemde dükkandaki malzemelerin parasını ailesine ödedim. Singer ayakkabı makinesinin parasını ise baba vasiyeti diyerek almadılar. Bu makine babamın ölümüne kadar Cumapazarı’ndaki dükkanda saklandı. Son durumunu bilmiyorum.

Babam 89 yıl yaşadı. Hayatının her aşaması hayattan dersler niteliğinde idi. Ayakkabıcılık mesleğini Cumapazarı’na getiren o idi. Amcam, Fahrettin Öztürk, Cafer Öztürk bildiğim çırakları idiler. Trabzon Çömlekçi Yokuşu’nda Erenköylü Muharrem Ayyıldız’la ortak dükkan, Çömlekçi Yokuşu’nda bizim dükkan. Moloz’da ağabeyimin çalıştırdığı freze makineleri, Köksal Öner hep bu girişimin sonucu idiler.

Babam 1950’lı yıllarda arabacılığa başladı. İlk arabaları Ulusoy’la ortaktı. Çok sayıda araba aldı, sattı. Çok fazla kişi ile ortaklık yaptı. Tek bir ortağı ile kavga ederek ayrılmadı. Köyümüze şoförlük mesleğini sokan kişi idi. Rafet Saral, Yılmaz Saral, Alaattin Sarıalioğlu, Mehmet Sarıalioğlu, Nuri Sarıalioğlu başta olmak üzere sonraki nesiller onu izlediler. Nakliyecilik Cumapazarı’nın geçim kaynağı olmuştu.

Olağanüstü bir zekası, yönetme yeteneği vardı. Tarifi yapılamayacak kadar dürüsttü. Kararlarında çok adildi. Memleket ve millet hizmetine adeta bir ömür adadı. Cumapazarı’na ilk okulun alınmasında, PTT’nin alınmasında, sağlık ocağı yapılmasında, merkeze ve mahalleye cami yapılmasında, kazma-kürek ile başlayan köy yolların çalışmalarında, kooperatifçilikte, yayla davalarında en önde hep o vardı.
Çok çalışkandı. Çalışanları da çok severdi. Köy çocuklarına harçlık vermek istediğinde onların yapacağı işler uydururdu. Dere kenarında çakıl çıkarmak gibi. “Baba bu çakılları hiç almıyoruz. Çocuklar kendileri gelip Hacı 5 teneke çakıl çıkardık diyorlar, onlara para veriyorsun?” diye söylendiğimde. “Ne önemi var? Ben çocuklar çalışmakla paranın kazanılacağını öğrensinler istiyorum. Dilenciliği öğrenmesinler istiyorum” derdi.

Çok yardım severdi. Köyde kaza olmuş da ilgilenmemiş olmazdı. Hastaları önce Trabzon’a sonra da Ankara’ya taşımak onun kendine edindiği görevlerdi. Cenazeleri hastanelerden de toplayan oydu. İnsanlara maddi yardımı gizli yapardı. Kamu için yaptığı işlere küçük bir servet kadar para harcamıştır.
En büyük özelliği insan yetiştirmek, eğitmekti. Yukarıdaki bölümlerde ayakkabıcılık mesleğini ve şoförlük mesleğini öğretimi insanların bir kısmını saymıştık. Kendi ailesinde ise durum şöyle idi. Kendisi hiç okula gidemedi. Hali-vakti yerinde arkadaşları Dernek ve Çaykara’ya okula giderken onlara imrenerek bakardı. Onlar okula giderken ben tarlalarda çalışır, okuldan dönme saatlerini heyecanla bekler, onları karşılamak ve o gün ne öğrendiklerini öğrenmek için en azından Cumapazarı’na kadar inerdim.

Hapşiyas Köprüsü’ne kadar gittiğim çok olmuştur. Okula gidenler yeni harflerle henüz okuma-yazmayı çözmemişken ben okuyabiliyordum. Ağabeyim Sait’e yeni harfleri ben öğrettim derdi. Annemse hiç okula gitmedi, okuma-yazma öğrenmedi.
Biz 6 kardeştik. Ağabeyim Nuri Sarıalioğlu 34 yaşında bir trafik kazasında öldü.


Babamın bugün üniversite çağına gelmiş ya da daha büyük 13 torunu ve 8 torun çocuğu vardır. Babamın neslinden 9’ü üniversite mezunu, 8’i halen üniversitede okuyan toplam 17 kişi (%63) üniversite düzeyinde eğitim almış durumdadır. Dört kişi lisans üstü üniversite eğitimi almıştır.

Babam 3 Temmuz 2005 günü öldü. Mezarı Konak Mahalle’deki aile mezarlığımızdadır. Yıllar sonra mezar taşına “altmış yaşıma geliyorum. Babamın yapabildiklerinin yarısını yapmak isterdim” diye yazdım.
Bu yazıyı babamın Atatürk Sevgisi ile bitirmek istiyorum.

Özellikle sosyal medyanın sık kullanıldığı bu yıllarda atasözleri, veciz sözler ortalıkta çoktur. Bugünün dilerden düşmeyen bazı kavramlarını ben 50 yıl önce babamdan öğrenmiştin.
“Paranın önünde eğilme oğlum !”
Hayatında üç defa iflas eden, fındık tüccarlığından, akaryakıt pompası işletmeciliğine kadar her işi deneyen babamın Cumapazarı’nda fındık alım-satımı yaptığı yıllardır. Cumapazarı okulu bahçesinde fındık sergilerimiz olurdu. Günlük işler uzar, yatsı zamanından önce eve gidemezdik.
Yine geç kaldığımız bir gündü. Küçük bir lüküs lambası ile babam önde ben arkada pazardan çıkıyorduk. Çamurlu bir su birikintisi içinde madeni bir para gördüm. Eğilip almak istedim. Kolumdan sertçe çekti, aldırmadı. Ve arkasından “paranın önünde eğilme oğlum” dedi.
Madeni parayı çamur içinden aldı, sildi, yol kenarındaki duvarın üstüne koydu.
Benim almama izin vermediği parayı aldı. Bir elinin parmakları ila çamurunu sildi. Yol kenarında yaklaşık bir metre yükseklikteki taş duvarın üstüne koydu. Tepkimi ölçmek için bana baktı. İnadımdan hiçbir şey söylemedim. Benim parayı almamı engellemiş, kendi almış, silmiş, duvar üstünden birisi alır diye koymuştu. Soru sormamı ister gibiydi. Sormadım. Açıklamayı kendi yaptı: “Paranın üzerinde Atatürk resmi vardır oğlum, kimse bassın geçsin istemedim” dedi.
Ek –ELLİ BİR YIL EŞİNİ BEKLEYEN KAŞİF NİNE‘NİN YÜREK BURKAN ÖYKÜSÜ:
“HALİM GELİRSE ONA, ONU HEP BEKLEDİĞİMİ SÖYLEYİN”
1965 yılı Trabzon’da orta okul son sınıf öğrencisiyim. Bir gecekondu mahallesinde yaptığımız ev liman manzaralı. Toplam 80 m2’lik arsa payı üzerinde yılda ancak bir kat çıkabiliyoruz. İnşaata başlamamızın 3. yılında ikinci kattayız. Artık küçük pencereli yeni dairemiz limanı daha iyi görmektedir.
Okuldan geldim. Kitaplarımı sessizce bırakıp babaanneme görünmeden ayrılmayı düşünüyordum. Odanın açık kapısından sandalyede oturan babaanneme baktım. Profilden görünen yüzü hala çok güzeldi. Çiçekli siyah baş örtüsü arkadan bağlanmıştı. Gri beyaz saçlarının ön kısmı açıktı. Dalgın dalgın baktığı ise limana giren ak beyaz boyalı yolcu gemisi idi.
Daha önce de defalarca aynı sahneyi görmüş merak bile etmemiştim. Başını dönmeden “Bu gemiler nereden geliyor, Rusya’dan da gelenleri olur mu?” diye sordu. Beni fark etmişti, kendime kızdım. Babaannem belli ki Sarıkamış harbine gidip geri gelmeyen eşini düşünüyordu.

Dedemin savaştan sağ dönen asker arkadaşları onu son defa Sarıkamış’ın karlı dağlarında bir hendekte vurulmuş olarak görmüşler, durup da yardım edememişlerdi. Dedemden son haber buydu. O dağlarda ölmemişse esir alınmış, esirlerin götürüldüğü Sibirya’ya götürülmüş olmalı idi.
Zaman zaman Sibirya’dan gelen esirlerden söz edilirdi. Babaannem hepsinin köylerine gidip dedemi sormak isterdi. Bu isteğini hiç desteklememiştik. Her defasında kırgınlığını yüzünden okurduk.
Yıllar sonra doktor oldum. Yerin yüzlerce metre derininde, büyük bir çamurlu gölün dibinde, delicesine akan nehirlerde, hatta okyanuslarda insanların cesetlerinin neden aradığını anlamaya başlamıştım. Ölü olduğunu bile bile bir maden ocağı ağzında günlerce bekleyen anneleri şimdi daha iyi anlıyordum. O zamanlar uzak ülkelerden, uzak şehirlerden getirilen cenazelere anlam veremezdim. Öldükleri yerde gömülselerdi ya!
Ninemin sağlığında bunları hiç anlamadım. Artık anlıyorum ki kişi ölüsünü görmeli, yakınının öldüğüne inanmalı. Bunun mantıklı bir açıklaması var mı bilmem ama görmezse inanmıyor beyin. Bir ölüyü beklemek beynin acımasız bir oyunu. Babaannem tam 51 yıl bekledi.
Birinci Dünya Savaşında seferberlik ilanı ile dedem askere gitmişti*. Otuz yaşlarında idi ve dört çocuğu vardı. Sarıkamış dağlarında yaralı görüldüğünde askere gideli henüz bir ay olmamıştı. Ninem 29 yaşında dört çocuk ve romatizmaları nedeni ile yatağından kalkamayan bir kayınpeder ile kalmıştı. Çok geçmeden Doğu Karadeniz’deki Rus işgali başladı. Herkese seferberlik adını verdikleri uzun yolculuklara çıkarak işgalden kaçıyordu.
Babaannem, en büyüğü on iki yaşında, en küçüğü altı aylık olan dört çocuğu ve bir ineği ile seferberliğe çıksa da geç kalan kafilede idiler. Köyün yüksek mezrasında Rus askerleri yollarını kesmiş “Bize güvenin, canınız, malınız ve namusunuz bize emanet. Biz buranın idaresi için buradayız, Rusya’dan ahali getirecek değiliz. Topraklarınıza dönünüz ve bize güveniniz” sözleri üzerine geri dönmüşlerdi. Rus askerler verdikleri sözleri büyük oranda tuttular. İçlerindeki Ermeni askerlerin yaptıkları bir iki olay dışında bizim köyde bir olay olmamıştı.

Rus askerleri erzak ve gıda ihtiyaçlarını köylerden karşılıyorlardı. Herkes nerede ise elindeki malın yarısını vermek zorunda idi. Buna iki ineğinden birini vermek dahildi. Ninem iki inek vermiş geride iki inek ve gizlediği bir buçuk yaşında bir danası kalmıştı. Bir gün Rus askerleri danayı görmüş, bir askeri danayı almaya göndermişlerdi. Babaannem ahır kapısında elinde orak ile beklemiş, Rus askerini tehdit etmişti. Sonunda asker gitmiş, ninem karakola çağrılmıştı. Rus karakol komutanı kurallara uymadığını söylemiş, ninem kuralın yanlış olduğunu, erkeği olan evler ile tek başına dört çocuk bakan annenin bir tutulamayacağını söylemişti. Rus komutan ikna olmuş, danayı almaktan vazgeçmişti.

Hayatın zor olduğu, hayatların heba edildiği yıllardı. Yoksulluk, yetimlik, çaresizlik adeta kaderdi. Duvar ustası dedemin bıraktığı para iki senede bitmiş, ev beş parasız kalmıştık. Tarlaları ekip – biçtik, gün oldu ormandan diken filizlerini topladık yedik. Satın aldığımız iki şey vardı: gaz yağı ve tuz. Giysilerimiz dahil her şeyi biz üretirdik.
Kocası Sarıkamış Dağları’nda ölmüş, künyesi bile gelmemişti. En büyüğü on iki yaşında dört yetimi vardı. Direndi, inadına yaşadı. Çocuklar büyüdü, iş güç sahibi oldular. Bir torunu bendim, tıpta profesör oldum.

Ninemin adı daha sonra kaşif hala oldu. Ailemize Kaşifoğulları denildi. Bu ismin nereden geldiği rivayet olarak kaldı. Dul, yalnız, çaresiz bir kadın ailesine özgün bir isim yaratmıştı. Şu bekleyişi de olmasa. Bir ömür boyu hep gelecekmiş gibi dedemi bekledi. Ölüm döşeğinde kısık sesi ile kulağıma fısıldayarak; hiç aklımdan çıkmayan, her defasında gözlerimi yaşatan, göğsümü sıkıştıran şu cümleyi söylemişti. “Halim gelirse ona, onu hep beklediğimi söyle”
DÖNMEYECEK EŞE VEDA (Ninemden naklen)
———————————————————————————————————–
Dedenin askere gideceği akşam komşular uğurlamak için geldi. Gecenin geç saatlerine kadar oturdular. Gece yarısı “Halim sen yarın yolcusun git yat” dediler. Çoğu sabaha kadar oturdu. Evin tek kadını olarak sabaha kadar hizmet ettim. Sabah evin avluda uğurlama vardı. Erkekler önde biz kadınlar arkada idik. Gelin olarak en arkada kalmıştım. Üstelik boyum kısa olduğu için yüzünü de göremiyordum , Erkeklerle vedalaşmalar bitti. Dört-beş kadar kadınla da vedalaştı, gözleri beni arar gibiydi. Kısacası bırakın el ele tutuşmayı göz göze bile gelememiştik.
Deden armut ağacının altına geldiğine avluda öne çıktım. El salladım, el salladı. Bu son el sallayıştı, ama son görüş değildi. Halim’e eşlik eden arkadaşları tarlalar ve ağaçlar arasından görünmez oldu. Bu defa evin arkasında dolandım ve arka fındıklıktan aşağı koştum. Yol hemen alttan geçiyordu. Yüzünü bir defa daha görmeyi umuyordum. Koştum, yetiştim de. Fındık setinin üzerinden baktım, başını kaldırıp da baksaydı beni görecekti, bakmadı.
Yere çökmüştüm. Ayakkabı ve çorap giymediğimi fark ettim. Dizden aşağı iki ayağım kanlar içinde kalmıştı. Hiç ağrı duymamıştım. Ağrı ağrıyı bastırır derler. Yüreğimin ağrısı daha büyükmüş meğer . Göz yaşlarımı bıraktım, uzun süre ağladım. Sonra çemberimle gözlerimi silmek istedim, elimi başıma attığımda çemberim yoktu. Koşarken bir fındık dalına takılmış olmalı idi. Hayatımın özeti olan iki mısralık türküyü orada uydurdum. Sadece ıssız yerlerde söylerim, kimse
duymasın diye.
“Çemberimi bıraktım kuru fındık dalına,
Kimselere küsemem, yanarım ikbalime ”
EK 2 – BABAM HACI AHMET SARIALİOĞLU.


Her zaman şık ve temiz giyinirdin. Fötr şapkan başında “Atatürk” neslindendin. Eminim ki; bu fotoğrafı yayınlamamı asla onaylamazdın. Ama ben seni böyle sevdim baba. Asalet ve dik duruşunu, sadelik ve bilgeliğini, arkamda dağ gibi duruşunu bu resimden daha iyi anlatacak sözler bulamadım.
Kelimelerle anlatılamayan fedakarlık ve karşılıksız sevgiyi tarif et deseler bana iki hece, tek kelime BABAM derdim. Bugün başarabildiğim ve elde edebildiğim her şeyde senin payın var.
BABAMIN ÖLÜMÜ (3 Temmuz 2005, Pazar, Saat:11.35)
İzmir’de idim. Bir gece önce Serap’ı nişanlamıştık. Saat: 10’a doğru kalktım. Birkaç gecedir gördüğüm rüyalar yüzünden uyuyamaz olmuştum. Gece uyanıyor, saatlerce oturuyordum. Uykum gelse bile yatağa gitmek istemiyordum. Bilinçli olarak inkar ettiğim kötü bir olayı, uykuda inkar edemiyor gibi idim. Dün gece yine ürkütücü bir rüya gördüm.
Yaylada idim. Evimizin her tarafı taştandı. Camiye bakan duvarı yıkılmış büyük bir gedik açılmıştı. Ara gedikten evin içinden çok yakılmış ara duvarlar görüyordum. Birden annemin sesini duydum. “Faik, oğlum duvarı ben yıktım, camiyi göremiyordum” dedi. Aslında bu rüyanın yorumu bence açıktı. Babam ölecek, evimin bir duvarı yıkılacaktı.

3 Temmuz 2005 saat 11.35’de babamın ölüm haberini aldım. Hayatta en değerli varlığımı kaybetmiştim. Başımı dizine koyup da ağlayabileceğim kimsem kalmamıştı.
Başıma taç, her derdime ilaç babam yoktu artık. O günden sonra daha az cesur oldum, daha az konuştum. “Bir evlat pir olsa da anaya muhtaç imiş.” sözünü o günden sonra babam için söyler oldum.
Faik ve 13 diğer kişi Köyümüz / Of – Cumapazarı için üyelik, moderatörler, ayarlar ve gönderileri yönetiyor. ANNEM FATMA SARIALİOĞLU
EK 3 – ANNEM FATMA SARIALİOĞLU
Öyküde babamı, babaannemi anlattım. Annemden hiç söz etmedim. Neden diye sorarsanız annem bize, bizim ailemize özeldi. İyiliksever ve yardımseverliği dışında topluma mal olmuş bir öyküsü yoktu.

Annem, 1918 yılında Cumapazarı Renk Mahallesinde doğdu. Koçinoğlu Hacı İsmail’in kızıdır. 1940 yılında babamla evlenmiş, ikisini kaybettiği sekiz çocuk doğurmuştur. Nuri, Elmas, Fatma, Faik, Zeki, Emine adlı çocuklarından Nuri Sarıalioğlu 01.02.1978 günü bir trafik kazasında ölmüştür. Annem 9 Eylül 1974 günü balonlaşmış aort damarının yırtılması sonucu ölmüştür. Mezarı Cumapazarı – Konak Mahallesi’ndeki aile kabristanımızdadır.
Annem 1950’li erken yıllarda tüberküloz (verem) hastalığına yakalandı. Halamın oğlu Rıza Saral (Paşa Saral’ın babası) askerde tüberküloza yakalanmış ve çürüğe ayrıltılarak terhis edilmişti. Annemi çok seven, çocukluğunda çoğu zamanlar bizde kalan Rıza dayıya askerden hasta döndükten sonra annem bakmıştır. Bu şekilde ondan tüberküloz hastalığını almıştır.
1950’li yıllarda tüberküloz bugünkü kanser kadar tehlikeli bir hastalıktır. O zamanda bugünkü modern ilaçlar yoktur. Devlet verem tedavisi için büyük çabalar göstermiş, sanatoryumlar açmıştır. Annem tüberküloz hastalığı ile yıllarca mücadele eder. Hastalığın bulaşıcı olduğu beynine kazınmıştır. Altı çocuk büyütür ve mucizevi bir şekilde hiçbirimize hastalığı bulaştırmamıştır. Yemek ve içme kapları hep ayrı idi. Öksürürken hatta bizi severken bile korurdu.
Annem hep hasta idi. Ev işlerinde çalışırdı. Hacı İsmail Koç’un kızı olarak “Hacının kızı” olarak anılırdı. O yıllarda hacı olmak kolay değildi. Dedeme hacca deve sırtında 3 ayda gidip gelmişti. Annem yaylaları çok severdi. İlkbaharın gelişi ile yayla hazırlıklarına başlardı. Yolum bir kısmını yürüme gitmek pahasına yaylaya erken giderdi. “Var-git” çiçekleri bitmeden de dönmezdi.
Her anne özeldir. Benim annem de özeldi. Çocukları içinde en uzun annesi ile birlikte olan bendim. Doğal olara acı – tatlı binlerce anım vardır. Ama biri var ki; o hayatımın en büyük dramıdır. Çok az kişi ile paylaştığım o öyküyü sizlerle paylaşmaya hazır değilim.
Çok iyiliksever biri idi. Fakir-fukara anası idi. Köyün sakat ve yardıma muhtaç tüm insanları o kadar çok bizde kalırlardı ki onlarla adeta akraba olmuştuk. Mekanı cennettir, biliyorum.
Anekdotlar…
BİR ORTAKLIĞIN SONU – Faik Sarıalioğlu:
1950’li yılların sonu. Babam bugünün büyük zengini biri ile ortaktır. Uzun seferden dönmüştür. Ortağını ziyaret eder, hesap görür. Sonra da eskiyen lastikler nedeni ile aynı zamanda lastik bayiiliği yapan ortağından dört lastik ister. Verilen fiyat karaborsa fiyatıdır. Canı sıkılır. Gece tüm ortaklık hesaplarını kontrol eder ve sabahın erken saatinde ortağına gider. “Biz ayrılmalıyız” der. Ortağı, iyi arkadaşı bin pişmandır. Özür diler, adeta yalvarır. Babam olmaz der. Ortaklık biter. Ortağının ailesi bugün Trabzon’un büyük zenginidir. Sorum “hiç pişman oldun mu baba?”. Asla demişti. “Size haram lokma yedirmedim oğlum” dedi.
Yazıda İsmi Geçen Çıraklar – Gazi Hasan Ayyıldız :

Faik Sarıalioğlu – Sevgili Gazi Hasan Ayyıldız. Muharrem amca ile Dursun Yılmaz-Hasan Yılmaz’ın dükkanları arasında babamın ortak dükkanı vardı. Ortaklıkları birkaç yıl sürdü. İlk dönemlerde ayakkabı da yapıyorlardı. Cafer ve Fahrettin abiler köyden babamın çırağı idiler. Trabzon’da dükkan açılınca amcam Sait ile birlikte Trabzon’a ortak dükkana gittiler. Daha sonra İsmail Amca dükkanda daha çok durur oldu. Babamın da başka işler vardı. Sonra ayrıldılar. Tam karşıdaki küçük bir dükkanı babam satın aldı. Cafer ve Fahrettin bizimle kaldılar. Muharrem amca ve kardeşi İsmail ayakkabı yapımcılığı bıraktılar kösele ve deri tüccarlığına başladılar. Hepsi çok iyi insanlar, çok iyi arkadaşlardı. Bana sevgileri de özeldi. Muharrem amcanın o dönemdeki şıklığı ile babam aynı idi. Fotoğrafta çıraklar bakar mısınız? Ne muhteşem bir ilişki.
Ali Öner – Allah rahmet eylesin.Mekanları cennet olsun. Hacı Ahmet amca çok bilge bir insandı.Her sözü dinlenirdi.Çok yanında zaman gecirmişliğim var. Can kulağı ile dinlerdim o da farkında olurdu.Bir sözünü hiç unutamam.Herkes sakız çiğner ama patlatamaz.Bu çok görece ve anlamlı bir söz.Geride bıraktığı nesil birbirinden değerli insanlar.Allah onlara uzun ömür nasıp etsin.
Ahmet Sarıalioğlu – Dedemin adını taşıyan şanslı torunu olmanın gururunu duyuyorum. Çocukluğum rahmetli dedemin yanında geçti. Onca yaşanmışlığıyla güzel hikayeler anlatırdı bize. 80’li yaşlarında olmasına rağmen hepimizden daha dinçti. Ciddi bir kısmını babamın yazdıklarından öğrendiğim bu zorlu yaşantısına rağmen, hep güçlü kaldı ve Atatürk sevgisiyle dolu, çağdaş bir nesil yetiştirdi. Bizden önceki nesilde, bizim neslimizde ve bizden sonraki nesillerde emeği büyüktür.. Allah rahmet eylesin. Dedeme dair son anim vefat haberini aldığım gün. Elimde Cengiz Aytmatov’un Toprak Ana kitabı, kafamda bir daha geri gelmeyecek dedem İzmir’den Trabzon’a kadar ağlaya ağlaya tek başıma gidişim. Bu vesileyle bu kitaptan dedemi ve geride bıraktıklarını iyi anlatan bir söyle anmak isterim. “İyilik, yola düşen, yoldan toplanan bir şey değildir. Tesadüfen ele geçen bir şey değildir. İnsan iyiliği ancak başka bir insandan öğrenir.“
Faik Sarıalioğlu – Hayatının son bir yılında bir Haziran ayı içinde 20 günlük yıllık iznimi tabiri caiz ise babamın dizi dibinde geçirdim. Dört katlı Cumapazarı’ndaki evden dışarıya 3-4 kez çıktım. Çok net hatırladığı yıllarını anlattı. Birbirine alışmıştık. Ayrılık günü gecesi “Oğlum birkaç ay izin al, benimle kal dedi.”
Üniversitedeki işlerimi saydım. “Mümkünü yok!” dedim. Belki gelecek sene diye söz verdim. “Gelecek sene ben olmayacağım ki!” dedi. Ve öyle oldu. Hayatımın en büyük pişmanlıklarımdan biridir. Sanki üniversiteyi ben kurtaracaktım!
Faik Sarıalioğlu – BABA NASİHATI: “İşçinin parasını teri kurumadan ödeyin”
Yukarıdaki sözü herkes bilir söyler de uygulayanı kaç kişidir? Özellikle günümüzde “taşeron” şirketlerde durum hiç de böyle değildir. Şirket kendi parasını alır ama işçinin parasını ödemez. Babam bunu 1960’larda çözmüştü.
Trabzon Arafil Boyu gecekondumsu mahallesinde ev yaptırıyoruz. Ustalar ve çıraklar çalıştırıyoruz. Babam ustaya (patrona) anlaştıkları parayı vermeden önce tüm çırak, yardımcı v.b. gibi kişileri toplar aldıkları parayı sorar ve patronunu (ustanın) gözü önünde onlara dağıtır, anlaştıkları paranın üstünü ustaya verirdi.
Sorardım: “Hepsini neden ustaya vermiyoruz?”. “Ya işçinin hakkını ödemezse?” derdi.
İşleri savsaklayan patrona para vermediği haftalarda bile işçileri çağırıp ücretlerini öder, patrona borç yazardı.
Kendi çözümünü üretmişti babam. Daha sendikanın ne olduğunun bilinmediği günlerde.
Ali Karaca – Teşekkür ederiz Faik Sarıali abi. Dün Çanakkale, Dumlupınar’da, Sakarya’da bedel ödeyenler olmasaydı belki bizlerde olmazdık? Hasan Tahsin, Sütçü İmam ve Nene Hatun gibi kahramanlar adlarını Kürşad gibi Ulubatlı Hasan gibi Türk tarihine altın harflerle yazdırdılar? Of’un Rus işgalinde ki direnişinde Atalarımız bizlere bu toprakları yurt edinebilmek için şehadete yürüdüler! Bu bir bayrak yarışıdır dün sekiz güzel can öncesinde de binlerce Mehmetçik vatan evladı toprağa düştü? Bu vatan hepimizin sadece size seslenmedim bölgemizin bürokratlarına, iş adamlarına ve devlet imkanları ile yetişmiş insanlarına seslendim! Herkes bir misyonun sahibidir o güzel ellerinizle ve sizi hem basından hemde yakın tanıdıklarımızdan duyduğumuz kadarıyla şifa dağıtmanız da kutsal bir görevdir. Tabi ki mütevazi olacağız fakat Derebaşı – Solaklı vadisi platformu için yaptıklarınız ortada başka bir mesele de olsaydı aynı hassasiyeti göstereceğinizden eminiz. Milletin bağrından sizler gibi nice değerler çıkmış, keşke herkes bu şekilde bölgesine ve ülkesine sahip çıksa zaten o zaman bir sorun kalmaz? Hak edilmiş bir değeri tescil etmek için değil var olan durumu ortaya koymak için şahsınız adına bu satırları karaladım. Keşke herkes sizin gibi olsa bizlere büyüklük edebilse bu durumu çok önemsiyorum yüce Allah c.c bu değerlerimizi ve sizleri başımızdan eksik etmesin inşallah amin..






Emine-Faik-Nuri ve Ahmet SarıAlioğlu, Ankara, 1976




